Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ocak, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ENGELLEME OTOPARKLARI

Engelli otoparkları genelde resmi kurumların, AVM'lerin, hastanelerin otoparklarında ya da yol kenarlarında dikkatimizi çeker. Dikkat edilirse bu otoparkların giriş kapısına en yakın yerlere yapıldığını da görebiliriz. Buradan da şu sonuca varabiliriz. "Demekki engellilerin hareket kabiliyetleri çok da iyi olmadığından girişe en yakın noktalara konmuş". Dolayısıyla da, onların bu haklarını gasp ederek, haksız olduğunuzun en başından belli olduğu tartışmaya girerek ne rezil olmaya gerek var; ne de sizin kadar fiziksel güce sahip olmadığı, normal zekâ seviyesine sahip olan herkesin ilk bakışta anlayabileceği kişilere kaba kuvvet uygulayarak rezilliği katmerlemeye gerek var. Her ikisine de gerek olmadığına göre, haydi empati kuralım. Siz engellisiniz, diğerlerinin engeli yok. Engelli otoparkına sağlam olduğunu düşündüğünüz birisi park etmiş. Otoparkta yer var ama giriş kapısına biraz uzakta. Engelli otoparkına park eden, normal bir insan olma şartlarının bir çoğuna sahip

MESLEK

Çocuklara büyüyünce ne olmak istediklerini sorduğumuzda ilk sıralardaki meslekler doktor, öğretmen, mühendis, polis, mimar, asker gibi mesleklerdir genelde. Bu mesleklere yönelmelerinin sebebi de çoğunlukla ebeveynleridir. Bazısı ısrarcı oldukları mesleğin daha iyi bir gelecek sağlayacağına inanır, bazısı da olmak isteyip de olamadıkları mesleği çocuklarının yapmasını istediklerinden ısrar ederler. Bu ısrarın dozunu bazen o kadar kaçırırlar ki, çocuk dünyanın en önemli mesleğini, ebeveynlerinin kendisini yönlendirdiği bu meslek olarak görür. Hatta çocukluğundan beri hedeflediği bu mesleğe ulaştıktan sonra bile bu düşüncesini devam ettirip, diğer meslek sahiplerini hor görebilecek hale gelir. Herkes için kendi işi çok önemlidir ama sadece bu kadar. Çünkü bu dünyada hep beraber, ortak bir yaşam sürdüğümüzü unutmamalı, gözümüzün dönüp kendimizi diğerlerinden üstün görmemize neden olmasına izin vermemeliyiz. Yani meslek grubuyla değil, tamamen karakterle ilgili bir durum. Çocukluğundan

YARIM ELMA GÖNÜL ALMA

Bugün size çok sevdiğim bir komşumuzla aramızda geçen bir anımızı anlatacağım. Çoğunuzun bildiği gibi yaz aylarında Kütahya'nın kaplıca bölgelerinden birisi olan Yoncalıda kalıyorum. Çok tatlı komşularım var. Hele "Kötaaya şivesiynen gonuşuvesinle bi, nahanda onlaa dinleyiverisin aaşama gadaa" Doğal olarak ihtiyaçlar için zaman zaman Kütahya'ya gitmek gerekiyor. Yine ihtiyaçlarımızı almak için Kütahya'ya gitmek üzere evden çıktığım bir gün, hiç bir zaman benden dualarını esirgemeyen; Mürüvvet teyzem ve Hüsniye teyzem namaz saatleri dışında kalan zamanlarını değerlendirdikleri apartmanın kapısının önünde oturuyorlardı. Ayak üzeri biraz sohbet edip, hal hatır sorduktan sonra, arabaya doğru giderken, "Kütahya'dan istediğiniz bir şey var mı?" diye sordum. Hayatımda yediğim en lezzetli haşhaşlı gözlemenin ustası olan Hüsniye teyzem "a-ah olum. Sağ salim gidip gelive yeter" dedi. Mürüvvet teyzemse bana doğru burnunu kıvırarak; "sağol olum

KAMUFLAJ

Aslında askeri bir terim olan "kamuflaj" hayatımıza öyle bir girmiş ki, kamuflajı kullanmadığımız bir günümüz geçmiyor. Hiç bir şey yapmasak bile, çıplak gezecek halimiz olmadığından doğal olarak giyinerek bedenimizi gizliyoruz. Bu normal olanı. Gerçi bu tarz kamuflajdan şikâyetçi olanlar da olabilir. Kelime anlamı gizlenme yöntemi değil mi zaten? Tehlikeli olan kısmı, korunmak amaçlı değil, karşıdakine karşı niyetini gizlenmek amacıyla kullanılması. Karşımızdaki ne kadar kötü amaçlı olursa olsun, kendini iyi kamufle edebiliyorsa, hayatımıza ak sakallı, nur yüzlü dede gibi de girebiliyor, kurtarıcıymış gibi de girebiliyor. Hatta o kadar ki, bazen hayatımızı kâbusa bile çevirebiliyor bu kurtarıcı kostümlüler. En sevdiklerimizle aramıza girip, onarılması zor tahribatlara sebep olabiliyor. Günlük hayatımız, kamuflaj sanatını iyi yapabilen bu sanatçılar(!) yüzünden maskeli baloya döndü. Bazısı, namus timsali, bazısı dürüstlük. cesaret, zenginlik, mağdur gibi uzayıp gider bu

ÖLDÜN GİTTİN, HALÂ KAFAMI KARIŞTIRIYORSUN

Bugün biraz düşünüp, Einstein'ın şu yaklaşımını farklı bakış açısıyla değerlendirelim. Albert Einstein'ın hocasıyla yaptığı bir tartışma; Einstein profesöre sorar; "Sizce karanlık var mıdır?" Profesör tereddüt etmeden cevaplar; "elbette vardır." Einstein: "yanılıyorsunuz. Işığın olmadığı ortamları, karanlık diye adlandırırız. Karanlık ölçülemez ancak ışık ölçülebilir. Dolayısıyla karanlık yoktur. Aydınlık vardır." Şimdi bu fizik olaylarını kenara koyup, başka bir boyuttan bakalım. Hayatımızda iyi zamanlar (aydınlık) olduğu gibi, kötü (karanlık) olarak adlandırabileceğimiz dönemlerimiz de oldu ve olmaya devam edecek. iyi ne? kötü ne? İkisi birbirine zıt kavramlar olduğundan ve kendi istediklerimizin gerçekleşmesine "iyi" dediğimize göre, tersine de "kötü" deriz. İyinin ne olduğunu anlayabilmek için, kötüye; kötünün ne olduğunu anlayabilmek için de iyiye ihtiyacımız var. Hayatımızdaki her şey iyi olsa, "iyi"'n

İMDAAAATTTT

Dünya var olduğundan beri insanların bir kısmı, dünya üzerinde ortaklaşa yaşayabilmek yerine, diğerlerini sömürerek yaşamayı tercih ediyor. Sadece çağa göre uyguladıkları yöntemler değişiyor. Bir dönem sömürebilmek için, insanları sınıflandırmışlar. Bunun için de ten rengini bahane etmişler. Adına da ırkçılık koymuşlar. Beyaz ırk olunca kendilerini temiz sanıyorlardı galiba. Halbuki zihniyetleri lağımdan bile kirliymiş meğer. Aslında bu sınıflandırmanın sebebi paraymış. Ne teninin renginin, ne de gözünün renginin önemi yokmuş. Sırtından para kazanacak işte. Zaman geçtikçe ırkçılık dediğimiz bu insanlık dışı uygulamayı bütün insanlar nefretle anmaya başlamış. Medenileştik ya artık. Gerçi halâ beyin evrimini tamamlayamamış olduğu için, ırkçılığa devam eden ilkeller yok değil. Yıllar geçtikçe, adı değişmesine rağmen, amaç değişmedi. Halâ insanların bir kısmı hayatına normal akışında devam ettiğini sanarken, aslında azınlığı oluşturan bir kısmı ise, bu insanların sırtından, onlar fark

OH BE, AĞRIM VAR

Hem de o kadar çok ki, mutluluktan uçuyorum. Aslında her ne kadar can sıkıcı bir durum gibi gözükse de, gerçekçi bir gözle baktığımızda, sevindirici bile olabilecek durum. MS teşhisinin konduğu ilk günden beri, rahmetli babamın; "marifetmiş gibi herkese söyleme" demesine rağmen bir çok arkadaşımın yaptığının aksine, bu rahatsızlığımı hiç kimseden saklamadım. Ne kız arkadaşlarımdan, ne iş verenimden, ne de yeni tanıştıklarımdan. Rahatsızlığı olan bazı insanlar da, bunu kimseden saklamıyor. Hatta bire bin katıp anlatmayı tercih edenler bile var içlerinde. Onların amacı başka olabiliyor. Ben işverenim bu durumuma göre benim için yatırım yapsın, kız arkadaşım durumumu en başından bilsin ki, ona göre yolumuzu çizelin diye hiç gizleme gereği duymadım. Düşünsenize, bir iş yerine en alt görevde de başlasanız, en üstte de, çalıştığınız konuma göre size bir yatırım yapacaklar. Bunu da araya sıkıştırdıktan sonra konuya geri döneyim. MS hastası olduğumu söylemem gerekiyordu ki, yaz

GÖZLÜK

Çeşit çeşit gözlük var. Yakını gösteren, uzağı gösteren, güneşten, ışıktan gözlerimizi koruyarak görmemizi kolaylaştıran, gördüklerimizin sarsntısını yumuşatmak için amortisörlü olan. suyun altında rahat görebilmemiz için denizde kullanılanını. Hepsinin amacı da görmemizi kolaylaştırmak. Şayet görmek istiyorsak. Ama bir benim istediğimden yapmadılar. İnsan sesini görüntüye çeviren.Bazı durumlar da var ki, görmek istemeyiz. Genelde sevdiklerimizin kusurları ya da yaptıkları yalnışlardır bunlar. Görmemiz için hangi merceği verirlerse versinler göremeyiz. Çünkü böyle durumlarda gözler, beyin, mantık devreden çıkar ve gözü çıkasıca duygularımızla bakarız. Bu sevdiklerimiz karşı cins olduğu gibi, tuttuğumuz takım, sempatizanı olduğumuz siyasi partiler ve benzerleri olur. İşte konu onlar olunca sahtekâr dediğimiz duygular devreye girip, gözlerimizi kapatır ve bir çok kusuru görmemizi engeller. Sonuçta birbirimizi kırmaktan bile çekinmeyiz. Artık görüntüleme teknolojisinin bu kadar ilerle

YOĞURURLAR ADAMI

Çok sevdiğim ve konuşurken hep dikkate aldığım bir söz vardır; "Yalan söylemek zeka, dürüstlükse cesaret işidir. Zekan yetmiyorsa yalan söylemeye, cesur ol da dürüst olmayı dene" Ekstrem kişiler hariç,hepimiz ortalama bir zekâ seviyesine sahibiz. Kimse kimsenin zekâsını küçümsemesin. Elimizde olan malzemeyi iyi ya da kötü değerlendirerek, 3 tık aşağı ve ya 5 tık yukarı seviyeye taşıyabiliyoruz. Zeka konusunda insanları birbirinden ayıran da sadece bu. Dolayısıyla karşımızdaki kişi elindeki bu hamuru nasıl değerlendirmiş, bilmemiz çok zor. Oyun hamuru gibi yoğurmuş durmuş, ama hiç bir şey yapamamış mı, yoksa çini gibi seyrine doyum olmayan eserler mi çıkartmış. Karşımızdakine yalan söylüyorsak, -ki bu aslında cahil cesaretidir- bir kaç ihtimal var ve biz bu ihtimallerin sonucunu göze alıyoruz demektir. Birincisi; o kişiyle karşılıklı oyun hamuruyla oynar ama sonuçta ortaya hiç bir şey koyamayız, ikincisi karşımızdaki elimizde olan oyun hamurunu alır, yerine o hamurdan

AŞICI GELDİ AAANIIM

Gördüğüm kadarıyla milletin aşıya ulaşması biraz zor olacak gibi. Salgının ilk günlerinde de maskeye ulaşmakta zorlanmıştık ya, işte onun gibi. Yetkililer televizyonda maske yapımını tarif etmişlerdi. Pamuklu kumaştan yapın, üç kat olsun falan diyorlardı. Hatta evlerde bu tarifle maske yapmıştık ki, ben dikiş makinesi bile almıştım. Şu anda da aşı krizi yaşıyoruz aslında. Nüfus 82 milyon, şimdilik gelen aşı 3 milyon. Önümüzde bir kaç seçenek var. Bunlardan biri daha çok aşı getirtmek, diğeri gelen aşıyı kardeş payı yapıp, 82 milyona üleştirmek. Bu iki seçenekte, kararı verebilme yetkimiz olmadığından, vatandaş olarak bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Geriye son bir seçenek kalıyor. Televizyonlarda bir sürü yemek programı var. Bu programlarda yetkililer aşının tarifini versin. Maskede olduğu gibi. Hapını bile yaparız alimallah. Bir tutam virüs, 3/4 bardak su, aldığı kadar un, kulak memesi kıvamında yoğurup, küçük misketler halinde tepsiye yağlı kağıtın üzerine dizip, 180°C sıcaklık

ASLAN PARÇALARI(!!!)

İş iyice çığrından çıkmaya başladı. Delikanlı(!) ayrıldığı flörtünü öldürüyor. Ertesi gün başka bir adam(!) ayrıldığı eşini öldürüyor. Daha sonraki gün erkek(!) sevgisine karşılık vermeyen kadını öldürüyor... Bir gün geçmiyor ki, kahraman aslan parçaları(!) sevdiklerini öldürmesin. Neden bu kadar nefret dolusunuz? Hadi yürek yok, onu anladık da, bu kadar nefreti içinizde barındırabildiğinize göre herhangi bir iç organınız da yok. Bu cümlede gizli özne kafatasınız. Çocukken size sevgi ile uzanan eli de ısırıyor muydunuz? Yoksa hayat boyu gerek iş hayatında, gerekse özel hayatınızda herhangi bir partneriniz olmadı da, eşe, arkadaşa, insan içinde yaşamaya alışık olmadığınızdan mı yalnız kalmak için çabalıyorsunuz? Sahi hiç iş ortağınız oldu mu sizin? "Bir dönem ortak iş yaptık, ortaklıktan ayrıldık" diyorsanız, adam duruyor mu, bir yerlere gömdün mü O'nu? Referanslarına bakınca, insan ilişkilerinde çok da başarılı olduğun söylenemez. Bak güzel katilciğim; istesen de, ist

VATSAP MI, MEKTUP AT MI?

Son günlerdeki Whatsapp tartışmaları, aklıma "eskiden daha mı iyiydi?" sorusunu getirdi. Günümüzde teknolojinin bu kadar gelişmiş olması hayatımızı muhteşem kolaylaştırdı. Kişisel bilgilerimizin güvenliği ise bir o kadar zayıfladı. Eskilere döndüğümüzde, şimdiki çocukların belki de ne olduğunu filmlerde gördüğü, mektup yazardık birbirimize. Mektubun popüler olduğu dönemlerin son zamanlarında teknolojinin de nispeten gelişmesiyle, mektubun seyahat serüveni yanlış hatırlamıyorsam, üç güne inmişti. Üç gün bekler ama, meraklı postacı, komşu ve ya ana babamız yoksa, mektubun içeriğini bilen olmazdı. Ya da er erbaş değilsek mektubumuzu bizden başka okuyan olmazdı. Bu durumda günümüzdeki meraklı postacının adı Marc oluyor. Yoksa sadece postacı olarak kısıtlamamak mı gerekir? Er, erbaş gibi mi görülüyoruz da "ER WHATSAPP'I GÖRÜLMÜŞTÜR" mü yazacak çift mavi tikin yerine. Çok mu iyimser oldu? Mahkumların da mektupları okunuyordu değil mi? messenger'ı da Hapishane

KUŞ BEYİNLİ

Bir çoğumuz, birisine kızdığımızda, hemen "aptal" anlamında kullandığımız, "kuş beyinli" tanımını yaparız "insan beynimizle". Kazların göçlerini gerçekleştirirken hava direncini en aza indirebilmek için ve güçlerini en verimli şekilde kullanabilmek adına, yerlerini sırasıyla değiştirip "V" şeklinde uçtuğunu göz ardı ederek. Hatta eşi öldüğünde başından ayrılmayan angut kuşunun sadakatini önemsemeyerek. Yoksa bir karganın, yerden veya ağaçtan aldığı cevizi kırabilmek için, yüksekten aşağıya bırakmasını mı örnek vermeli? Örnekler böyle uzayıp giderken, ben size bir dönem beslediğim güvercinlerden bahsedeceğim. Evimin terasında güvercin beslemiştim. Sadece uğraşacak bir şeyler olsun diye, Esatın tavsiyesiyle ve bir çift güvercinle başlamıştım. Ölenler, çoğalanlar derken, beslemeyi bıraktığımda oniki güvercini başkalarına dağıttım. Ama çok şey öğrendim o "kuş beyinliler"den. Tek eşliler. Hepsi bir kümeste ama raf gibi ayrı yuvalarda ka

KUNDAKÇI TAVŞAN

Adı üzerinde değil mi? Al/Ver. Ne verdin ki, ne alasın? Ya da tersi. Ne verdim ki, ne alayım? Çarşıda, pazarda soru da, cevabı da belli. Peki insan ilişkilerinde ve ya insanların diğer varlıklarla ilişkilerinde alınan, verilen? Bazen ürkütücü gelebildiği bile oluyor. Mesela toprağa tohum verince, bize sebze vermesi güzel de; denize kanalizasyon akıttığımızda, bize verdikleri bununla paralel şeyler değil Allahtan. Doğa elinden geldiğince bize, bizim ona davrandığımız gibi davranmıyor. Ya öyle olsaydı bir de? Düşünsenize; ormanı yakmış, evimize gidiyoruz. Bir de ne görelim; ormandaki tavşanlardan birinin elinde çakmak, o da bizim evi yakıyor. Haksız mı? Biz de onun evini yaktık. Ya da dediğim gibi, kanalizasyonu denize döküyoruz ya... Maazallah... İşin özeti dönüyor, dolaşıyor empatiye dayanıyor. Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma der, geçeriz tanımlarken. Ya doğa etki-tepki kanununu gerçekleştirse, O zaman oturur, "ne yaptım ben" diye kara kara düşün

BELEŞÇİ TURİST

Dünyann en züğürt turistini de ülkemizde ağırlyoruzz. Hem de öyle böyle değil. Neredeyse bir yıldır buradalar. Resmen çöktüler. Üstelik ölmesin diye, bir de besliyoruz. Tam anlamıyla "bağrımıza bastık", misafir ediyoruz. Üstelik yetkililerin, "bağrımıza" basmayalım diye, geçiş yollarını kapatmamızı istedikleri halde. Adam kalktı, ta Çin`den buraya kadar ne yol parası ödedi, ne yemek parası. Bindi milletin sırtına, geziyor duruyor. Hele ülkemize geldiğinde, muhakkak akrabalarını da aramış, buradan bahsetmiştir. "Abi Türkiye diye bir yere geldik, acayip misafirperver bir milleti var. El ele, göz göze, dip dibe oturuyoruz burada. Adamlar bırak korkup kaçmayı, kucak bile açtılar bize. Atlayın ilk uçağa binecek birinin boğazına, buraya gelin." diyorlardır koronaca. Birazcık şu "misafirperverliğimizi" dizginleyelim yoksa hiç gitmeyecek buradan. Tamam, uçağa para vermeden geldi buralara kadar. Belli ki, alkolle arası da yok. En azından kolonyanın

KÖTAAYA

Haydi bu gün biraz gezelim. Sizi zaman makinasına bindirip, uzak sandığınız, yakn bir yere götüreceğim. Zaman kavramıyla baktığınızda çok uzak, fiziki olarak ise yakın bir yere gideceğiz. Her köşesinin cennetten bir parça olduğunu düşündüğüm ülkemizde bir yerlere gideceğiz. Ben her yaz gidiyorum. Her gittiğimde ise "bu da mı varmış?" diyorum. Uzun yllar gidip, gelmediğimden, her yl sanki yeni yapmşlar gibi hissettiğim, eski şeylerle karşılaşıyorum. Kütahya, kendinizi zaman tüneline girmiş gibi hissedeceğiniz bir yer. Yolunuz düştüğünde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Osmanlı imparatorluğunun doğduğu toprakların şehrine, ister demiryoluyla, ister karayoluyla girdiğinizde ilk önce sıradan bir Anadolu şehrinden farklı bir yer değilmiş gibi gelecek size. Sokaklarını dolaşmaya başladığınızda ise, neredeyse her sokak başında sizi Osmanlı zamanından bile kalmış olan çeşmelerle karşılaşacaksınız. Hele ulu cami tarafına gidip de avlusunda oturup, Türk tasavvuf tarihi

DOMATES BİBER PATLICAN

Rahmetli Barış MANÇO bu şarkısını ilk söylediğinde, bir çoğumuz tek seferde anlayamamıştık, büyük ustanın ne demek istediğini. Tam elini tutmak üzereyken, aşkını itiraf edecekken, uzaktan gelen o sesle yıkılmıştı dünyası. Anam babam usulü yetiştirilen domates, biber, salatalığın tadını bilip de, günümüzdeki o kıpkırmızı hibrit domateslerden ilk ısırıkta hıyar tadını aldığımızdaki gibi yıkılmıştı dünyası. Halbuki bunların asıl tadını bilmeyen x,y,z kuşakları için normaldi hepsinin de hıyar tadında olması. Her sene olduğu gibi bu sene de yaz aylarında Antalya'nın sıcağından kaçmak için gittiğim Kütahya'da bulduğumuz ata tohumundan yapılan fidelerden yetiştirdiğimizde, elde ettiğimiz sebzelerden hatırladım bunların gerçek tadlarını. Bugünkü ister domates, ister biber, isterseniz de hıyarı sarımsaklı ayranın içine doğradığınızda; tadı aynı, rengi farklı olacak cacıklar elde edebilecekken;ata tohumundan elde edilen domatesin kendine özgü aromasnı, sulu, hafif asidik tadını

SOKAK OYUNLARI

Bizden sonraki nesile bırakmamız gerekenler neler? Üzerimize düşen görevleri yeterince yerine getiriyor muyuz? Kendinize bu soruları hiç sordunuz mu? Sizce ev, arsa tarla, para yeterli mi? Çocukluğumuzun oyunlarını da öğretsek, mirasımızın bir parçası da bu oyunlar olsa fena mı olur? Yoksa; "ben çocukluğumu doya doya yaşadım. Ne yapalım, onların zamanı da böyle, bilgisayar başında, elinde telefon, tabletle geçecek" diyerek, kendimizi samimiyetsiz bir kandırmacanın içine mi sokuyoruz? Ya da "zaten sevmezdim o oyunları hep beni ebe yaparlardı" diye sinir olduğunuzdan mı öğretmek istemiyorsunuz? Biraz gerçekçi bakabildiğimizde, onları sırf kendimizi düşündüğümüzden, sanki zamanmızı boşa harcıyor gibi hissettiğimizden,başımıza icad çıkartmayalım diye evlatlarımızın bağışıklık sistemine bile olumlu etkilerinin olacağı bu imkandan mahrum bıraktığımızı göreceğiz. Evet zaman değişiyor, oyunlar da bununla paralel değişiyor olabilir. Hatta ben teknolojik oyuncaklara da